Roman – 8
- Halo Haxan!
- Halo Schwester!
Haxan’la konuşan bu ince sesli, uzun boylu, küt saçlı, ayağında birkaç santimetre topuklu koyu renk loafer tipi ayakkabısının üzerinde duran bir gönüllü Alman rahibesiydi. Düşük kottaki dairelerde; gündüzleri harala gürele çalışan ve Hristiyanlık hassasiyeti olan ailelerin çocuklarını, el becerilerinden tut, yeme-içme, konuşma, hitap-kitap gibi daha bir hayli şeyde birkaç saatlik eğlenceyle karışık eğitimler veren merkezlerden birisiydi burası.
- Neyin var senin, neden hiç gülmüyorsun?
- ………………
- Konuşmak ister misin?
Yüzü tertemiz bu upuzun hanımefendiye baktı. Hayatında sadece üç dostu vardı. İçini döktüğü, Haxan’ı bilen. Bu kadın, bu üçü arasında yoktu. Modern giyimli bu rahibenin arkasındaki mazgal ve pencere karışımı boşluktan insanların yürüdüklerini görebiliyordu, Buraya nasıl olduysa, babasının açtığı ‘kahve’nin yakınında olduğundan okul çıkışlarında henüz 7 yaşında olmasına rağmen cesaretle katılıyordu. Korkuları böyle şeylerde kendini göstermiyordu. Rahibe tekrar sorusunu yineledi. Bir anda mini mini ortak çalışma sıralarındaki yüzleri, saçları, bedenleri sapsarı Alman çocuklarının sessiz bakışlarının arasında kaldığını hissetti.
- Annem! dedi ve simsiyah uzun küt saçlarını savurarak sıraya kapandı, ağlamaya başladı
Kadın ehil bir öğretmendi. Hızlıca herkesin ‘dua’ durumuna geçmesini istedi. Haxan’ın annesinin hastanede olduğunu ve bir operasyon geçirecek olduğunu söylememişti ama nasıl olduysa biliyordu. ‘Dua’nın başlangıç sesini duyunca başını kaldırdı. Herkes, ellerini birleştirip bir yumruk haline getirip burun bölgesine dayamış, başlarını eğmişti. Haxan da her iki avucunu havaya kaldırdı. Sırdaşı ‘dost’una karşı başka türlü davranamazdı.
- Tanrım! Lütfen, Haxan’ın annesine yardım et. Acılarını dindir, hızlıca iyileşmesini sağla. Tanrım, onu oğluna bağışla, onları koru!
Kısa bir sessizlik oldu. Ardından taş duvarlardan oluşmuş zemin altı dairesi inledi.
- Âmen!
1 Gece 33 Dakika
Hüseyin ve Ziynet çalışmaya geri dönmek zorundalardı. Haxan’ın doğuşu Ziynet’tin zihnini altüst etmişti. Artık dört çocuğu vardı. Ve hepsi Ziynet’in ağzının içine bakıyordu. Ama bu bebeğin durumu biraz farklıydı.
Henüz vatandaşlıklarını alamamış, PR’ları dahi bir belirsizliğin içinde olan yarı yasal yarı kaçakların çocuklarının da yasalar önünde bir karşılığı yoktu. Türkiye açısından bakıldığında ise çocuk hükümsüzdü. Alman makamlarına hızlıca bildirilemedi evvela. Sadece hastane dökümanları vardı. Soyadı sorunu halledildi en evvel, Türköz. Annesinin kızlık soy ismiydi. Babasının ismi farklıydı. Alacağı üç soyadın bu ilkiydi.
Çalışmaya devam edebilmek için de bu bebeğin bir bakıcıya verilmesi gerekiyordu. Öyle sabahları verilip akşamları alınan cinsten değil. Süt annenin sütsüz olanından lazımdı. Onda kalacaktı bir süre. Parası sorun değildi!
Acaba bir aylık olmuş muydu bu pek bilinmez ama şehre arabayla 33 dakika mesafede ilçeye benzeyen bir kasabadaki Alman bakıcı kadınla anlaşılmıştı. Olursa, hafta sonları görmeye gelinecekti. Hüseyin Almanya’da hiç araba kullanmamıştı. Gelmek gitmek ancak toplu taşımayla olacaktı. Aile, bebeği henüz bu kertede vermeli vermemeli mi gibi soruları dahi düşünemedi. Haxan bakıcıya verildi.
Ziynet’in zihin ve vicdan işlemcileri parçalara bölünüyor, çalışmakla yorulan bedenine bu işlemciler ayrı bir yük daha yüklüyordu. Bebeğin ağzına hastanede gizlice damlattığı bir damla anne sütünün kerametine güveniyordu sanki Ziynet. Alman bakıcı çoğunlukla iyi demekle yetiniyordu. İstanbul’da terk ettiklerinin durumunu henüz daha içselleştiremeden, şimdi neydi ki bu?
İş yerinde Lucy her şeyin farkındaydı. Onunla göz göze gelince, kafasında her şeyi sildi attı. Kendini, Mozart’ın senfonilerinden bile daha anlamlı bulaşıkların birbirine çarpmalarına ritim tutan suyun oluşturduğu ‘muss arbeiten’ isimli konçertoya bıraktı.
Bir sabah vakti;
- Hüseyin! Telefon çalıyor. dedi Ziynet. Yorgun bedeni ona sabahın bu 5-6’larında gelen telefona kalkmasına mâni oluyordu. Hüseyin çevirmeli telefonun ağır ahizesini kulağına götürdü.
- Halo!
- Falanca ilçeden arıyorum. Falancanın komşusuyum. Tanır mısınız kendisini?
- Ja! Tanırım, bizim bebeğin bakıcısı.
- Lütfen yanlış anlamayın bizi fakat o bebeğin sizin olduğunuzu öğrendik. Sabaha kadar kahrolduk ailecek. Bebeğiniz sabaha kadar ağladı. Sabah gibi sustu. Acaba bir gelip durumuyla ilgilenmek ister misiniz?
Hüseyin ilk defa kalbine sert bir cismin değdiğini hissetti. Ziynet, bayılmamak için sürekli Allah’tan yardım istiyordu. Buldukları bir araçla 33 dakika uzaklıktaki yere gittiler, bu Almanya şartlarında en az 70-80 km demekti.
Vardıklarında, bakıcının gözlerinin geceden kalma şiş olduğunu fark ettiler. Haxan bir oda uzaklıkta duruyordu. Bakıcı, mantıksızca engel olmak istese de Ziynet Almanca küfürle karşılık kadını itti.
Koşar adım odaya girdiğinde, bebeğinin gözleri açık tavana bakarak bir şeylere anlam vermeye çalıştığını gördü. Tavanla arasına giren bu silüete anlam veremedi, kimdi ki bu!
Olay çözülmüştü. Bakıcı; sevgilisiyle gece eğlencesine akşamdan önce çıkmış, eve sabahtan sonra gelmişti. Bebeği unutmuştu. Bebek nereden baksanız bir gün aç kalmış, gece sürekli ağlamış, sonra da takati tükenmiş, istemekten vaz geçmişti. İyice soluk görünüyordu.
Ziynet bağırdı : Sizi dava edeceğim!
Bakıcı güldü ve düşündü, ‘bunlar göçmen edemezler’. Haklı bile olsalar, deporttan korkarlardı. Hem çocuğun kimliği dahi çıkmamıştı.
Bebek oradan alınmıştı. Çözüm daha yakın bir bakıcı olmalıydı.
Bebek bir süre hiç ağlamadı…