Westfalen’da İsm-i Mahfuz – 8 – hasan Safyürek

Yeni rotamız nereden baksanız 4 saate yakın. Almanya’da mesafeler alınırken, ister toplu taşıma isterse hususi arabanız olsun, doğanın, üzerinde taşıdığı isimleri sergilemesi noktasında niyetinizle doğru orantılı olarak seyahatiniz bir tefekkür yolculuğuna dönebiliyor. Hususen, hemen elinizin altında karton bardağında duran simsiyah kahveniz ve yola aşk veren yol arkadaşınız varsa…

Arabayı kiralarken; bırakacağım yeri öncesinde kendisiyle mesajlaşarak sözleştiğim arkadaşın yaşadığı yeri dikkate almıştım. Sadece kendisiyle bir teşehhüt miktarı görüşecek, bir Türk pastanesinde buluşacak, yüzlerimizi tazeleyecektik o kadar. Belki bir, bilemedin bir buçuk saat.  Kendisi Düren’e yakın bir yerde yaşıyor. Bu yaşanılan on yıllık süreçte ciddi imtihanları göğüsledi. Onu görmek, binlerce kilometreden gelinmiş olsa da değerdi. Onun için bilemem ama şahsen böylesi buluşmalara ihtiyacım hep olmuştur. En son telefonda bu arkadaşımla görüşmemiz olmuştu. Yakınını kaybettiğini söylemiş, karşılıklı sadece ağlaşmıştık.

Şimdi de, son bir defa daha ‘confirm’ için mesajımı attım:

–  Yoldayız, geliyoruz. Sözleştiğimiz gibi…

–  Abi, fülanlar şu an bizimle birlikte. Müsait olamayacağım.

–  ………!

Böylesi zamanlarda gösterilecek tepkinin yalandan dolandan olmaması için hususi gayret göstermeye çalışırım. Yani:

‘ehem, kühem, ne demek canım hiç önemli değil. Lafı mı olur canım!’ demedim.

Evinin sadece, arabayla birkaç dakikalık sürme mesafesine bırakacağım kiralık arabanın da, yerin de pek hükmü kalmamıştı. Bediüzzaman’ın ‘Hırs Sebeb-i Hasarettir’ sözü, bilincimin alt ve üstü arasında gidip geldi. Böylesi bir iş için hırsın makul olduğunu düşünürdüm hep! İkaz pek şiddetli oldu, demek nefesim ve nefsim karıştı işin içine; zira, aynı yere yine dakikalar yakınlığında başkaca bir arkadaşım, yine Türkmenistan’dan kan can birisi, bana ancak ‘iş çıkışı’ o da belirli bir süreliğine müsait olabileceğini hem de sert ses tonuyla ifade etmişti. Birbirinden bağımsız iki şeyin size aynı tepkiyi vermesi, onlardan çok sizi ilgilendiren bir konu olabilirdi. Yaşanılan, tabi ve insani şok sonrası kesinlikle ‘muhasebemi’ yapmalıydım.

Avustralya’da yola çıkmadan iş yerinden arkadaşım Y. Bey bana, daha önce eğitimci olarak çalıştığı bir Asya ülkesinden hem tanışık hem de kendisine medyun bulunduğu arkadaşına bal götürmem ricasında bulundu. Ben de zaten, Avustralya’dan götürülecek en güzel hediyenin ‘Manuka’ balı olduğunda hem fikirdim. Allah; ‘Şafî’ isminin tecellisine bir ‘şart-ı âdî’ olması noktasında bu bal cinsinde ciddi bir ‘nakış ve sanat’ harikaları yaratmış. Bir keresinde; Almanya’ya geleceğimi duyan, Alevilik – Bektaşilik alanında dünyanın en entelektüel Akademisyen/Profesörü olarak kabul ettiğim değerli hocam benden bu balı yanımda getirmemi istemişti. Sebebini ben sormadan:

‘‘ hasan kardeşim; malum senin de bildiğin bazı sebeplerden ciddi bir mide rahatsızlığından muzdaribim. Bir gün akademisyen bir arkadaşımla görüşüyorduk. Görüntüm onu iz’ac etti.

–  Hayırdır nen var dostum?

–  Hocam sormayın, midem beni şu sıralar pek meşgul ediyor.

–  Dostum; Manuka balı bul, her sabah aç karnına en az bir çay kaşığı damağına sür. Boğaz yoluyla sindirmemeye çalış.

–  Eyvallah Hocam.

Ben de burada arayışa girdim. Hem nadir bulunuyor hem de pek pahalı ve dereceleri de düşük. Gelirken getirseniz lütfen, ücretini size takdim ederim. ‘’

Söylemesi ayıp, olabilecek en güzelini temin etmeye çalışmış ve kendisine takdim etmiştim. Fakat böylesi durumlarda temkini elden bırakmam. Kozalite illa ki takip edilmeli. Yaklaşık bir sene sonra tekrar kendisini aradığımda, mide rahatsızlığı illetinden kurtulduğunu, balın şifaya vesile olduğunu söylemişti.

İşte bu ‘Manuka’dan arkadaşım Y. Bey 2 adet almış ve kendisine bir şekilde ulaştırmamı istemişti. Öncesinde elden ulaştırmanın pek olası olmadığı kanaati vardı bende… Fakat Y. Bey ehl-i kalp birisi olacak, elden vereceğimi ve bizzat ziyaret edeceğimi cümle arasında ima etmişti. Mesaj attım ben de M. Beye

– Abi merhaba; ben de emanetleriniz vardı. Y. Bey’in selamıyla…

–  hasan abi, sizi bekliyoruz biz.

–  ……….!

–  Adresi veriyorum. Ne yersiniz. Kaç kişisiniz, kaç gün kalacaksınız…?!

–  Abi, lütfen herhangi bir şey yapmayın. Çay pek yeterlidir. Rica ederim.

–  Adresi veriyorum 34,….. 

Navigasyona arabayı bırakacağım Duisburg’la şimdiki konumun arasına verilen adresi girdim. Denk gelme mi, getirme mi! lokasyon neredeyse yol üzerine denk geldi. Rotaya ara bir adres ekledik biz de.

Dışarıdan ilk bakıldığında sessizlik ve huzur intibaı veren yere varmamız yirmi beş dakika kadar sürdü. Bir çıkmaz sokakta bulduk kendimizi, soldan üçüncü evin önünde durduk.

Adrese ulaştığımızda mütevazı eski bir Alman evine rast geldik, 34 numara. Üniversite yıllarında hesaplarından hep kaçıp, çizdiğim projeleri ‘dam’ şeklinde yapmama rağmen evlerin evvela çatıları ilgimi çeker. Tam yanında durduğumuz bu evin çatısı çift eğimli Satteldach tarzı, 34 cm kiremitlerle kaplanmış yine yaklaşık 34 derecelik bir açıya sahipti. Bu çatı modeli bana her zaman belirsiz dinginlik vermiştir. Çatıya açılan Velux model iki pencere, yürek daraltısı için içeriden uzaklara bakabilmek için bir rasat ufku veriyor.  Zemin katta sokağa bakan iki pencerenin hemen önünde duran bahçe estetiğine katkı sağlayan iki kişilik, trabzanları demirden, ahşap işlemeli bir bank.

Beton parke taşların üzerinden yürüyüp evin girişine vardık. Bu evlerin giriş holleri hep dar olur. Ama M. Beyle yüz yüze gelince, alanda tuhaf ve engin bir genişlik hissettim. Yıllar önce bir vesile ayrı kalmış da bugünü özlemle çeken iki insan gibi, veya gelecekte ‘Kader’in birleştireceği ama geleceğin hasretini şimdiden yaşatan bir özlemle sanki buluştuk…

Eve buyur edildik. Dışı gibi içi de çok mütevazı. Salona alındık. M. Beyle yeni tanışıyor havalarına bile giremedik. Ortak tanışığımız Y. Bey’i bile başta konuşamadık. Önceden ifade etmiştim. Ancak birkaç saat durabilirim diye… ahh, Boş boğazlık!

Almanların ev arkalarını, 5 m² dahi olsa bahçe haline getirme huyları vardır, M. Bey’in ev arkası da milyar yeşil renk tonlarıyla lebalep. Oradaki bahçeden, daha önce hiç yemediğim meyvelerden getirdi. Hoşbeş bile yapamadan, hikayelere geçildi. Onun; sadece 3-5 yıllık hikayesinin göz kamaştırıcılığı karşısında kendi sönük fenerimi söndürmenin daha akıl kârı olduğunu düşünerek, karşımdaki madende altın aramanın daha makul olduğun düşündüm. Türkiye’nin 10 sene kadar önce; hem de topluca, hem de millet birliği etmişçesine; ülkenin belki de en entelektüel sınıfından, beş başı hayırlarla mamur insanlara ‘çıkın bu memleketin tüm birimlerinden hatta sınırlarından!’ denmesinden M. Bey ve ailesi de payını almış.

M. Bey, hem Türkiye’de hem başkaca ülkelerde; herkesin demir, çimento, agrega eşelediği bir zamanda insanlık adına ciddi yararlılıklar sergilemiş. İnsan hakları dernekleri, organizasyonları, eğitim oluşumlarında aktif rol oynamış. Hem kendi hem eşi Dört dil biliyor… hem de çocukları. Başkaca bulunduğu ülkelerde bu diğerkamlığı sebebiyle hem o ülkenin kendisiyle tanışık insanları hem de dava arkadaşları tarafından ciddi bir hürmete mazhar olmuş. Konuşurken, bir aralık evin kızları yol arkadaşımı arka bahçeyi göstermek için davet ettiler, samimiyetle ve hızlıca gözden kayboldular.

Karşımdaki kişi; göç hikayeleri anlatıyor, çıkarılışlarını paylaşıyor, yaşanan zorlukları tekrar yaşıyormuş gibi anlatıyordu ama;… ama, bu anlattıkları iman ve itikadına cila vurmuş gibiydi. Evde birkaç daha misafirinin olduğunu; Alman komşusunun doğum sebebiyle çocuklarını kendilerine emanet ettiğini ifade edince:

–  Abi bir dakika! Nasıl yani?!

Ciddi anlamda ‘Alman’ sevici olmama rağmen şaşkınlığımı gizleyememiş olacağım ki, M. Bey dahi taaccüb etti. Alman/Almanlar evet insan canlısıdır, güvenini de kazanabilirsiniz, azıcık da soğuk fıtratları vardır, fakat böylesi kısa bir zamanda tek ‘yabancı’nın olduğu bir sokakta, Alman bir aile çocuklarını o tek ‘yabancı’ya mı bırakırdı!

M. Bey; verdiği çayın ikincisini dahi unutacak şekilde bana tek nefeste ‘o zaman beni dikkatle dinle!’ dercesine şunları ifade etti:

‘‘Bu evi bulup yerleştiğimiz ilk zamanlarda, sokak sakinleri tarafından Almanların alışılagelen direnciyle karşılaştık. Haklılık ve haksızlıkları ayrıca tartışılacak böylesi bir durumda iş yine başa düşüyordu. Öncesinde zaten işimizi bulmuştuk. Çalıştığımız alan, Almanların arasında dahi prestiji olan bir işti. Bir süre ne gelenimiz ne gidenimiz oldu. Aklıma bir aralık, kendimizi sokakta bütün evlere anlatmanın onlarla ilk sıcak temas kurma adına güzel bir yol olacağı fikri geldi.

Bütün aile fertleri için ayrı ayrı A4 kağıtlarına, resimlerimizi, irtibat bilgilerimizi, buraya neden ve nasıl geldiğimizi; daha önce hangi ülke ve mesleklerde bulunduğumuzu, dil yeterliliklerimizi ve halen çalışmakta olduğumuz Alman tandanslı kurumunun ismini ve pozisyonumuzu; sol üst köşeye de resimlerimizi koyarak bir zarf içinde, minik de bir hediyemizi iliştirip posta kutularından içeriye attık. Yani bildiğin iş başvurularında kullanılan CV hazırladık.

Bir komşu hariç, tamamıyla konu-komşu, dost ahbap olduk. Gitmeler gelmeler, çaylar davetler, yemekler, bir hayli zaman görüşüp hem kendimizi hem kendilerini tanıma fırsatımız oldu. Birçok konuda birbirimize yardımcı olmaya başlamıştık. Bizi kendilerinden kabul etmeye başlamışlardı. Onlar bizim, biz onların önemli günlerini, milli ve dînî bayramlarını ihmal etmemeye başlamıştık. Yan komşu sadece! Ondan bir türlü cevap alamamıştık.

Bir gün; kapının zili çaldıı. Açar açmaz yan komşunun çocuğu sinirli bir yüzle karşımda duruyordu:

–  Evinizde boya yapıyorsunuz. Kalan artık boyaları tuvaletinize döküyorsunuz. Kanallar ortak kullanım alanına girer. Boyanızın kokusu bizim evin lavabo ve tuvaletlerinden sızarak, evimizi adeta batırdı. Sizi ‘ Ordnungsamt ‘a şikayet edeceğim.

Arkasını dönüp cevabı beklemeden, gerçekten böyle bir şey olup olmadığını dahi merak etmeden gözden kaybolmuştu. O gece uyuyamadım. Kapı önünde çekilen muamele evet onur kırıcı ve aslı astarı olmayan ithamlardan oluşuyordu ama konu gönlü henüz alınamamış, belki de hâlâ komşusundan emin olamayan bir aile vardı . İsterse sebep; yılların getirdiği ‘temsil edilemeyen göçmen’ sorunsalı olsun, isterse Almanya’da entegre sorunu yaşayanların devletin mahalli sorunları takipte ciddi bir birimi olan ‘Ordnungsamt’a şikayet edilecek olmalarındaki umursamazlık olsun.

Ertesi gün ilk işim, sabah vaktinde kızımla birlikte kapılarına dayanmak oldu. Kapıyı evin başkaca bireyi açmıştı. Kendilerine dün yaşananlardan bahsettik. Ve izinleri olursa bizi içeriye almalarını ve bize 3-5 dakika vermelerini rica ettik. Çekingen ve ürkek tavırlarla içeriye alındık. Dün krizi yaşatan genç kişi de belirdi. Fren yemiş otobüs gibi sarsıldığı belli oluyordu.

Öncelikle bir yanlış anlama olduğunu boya yapmadığımızı, yapılmış olsaydı bile bahsedildiği gibi cehalet ürünü bir tavır sergilemeyeceğimizden bahsettik. Sessizce dinlediler. İlk defa böylesi bir durumla karşı karşıya kaldıkları çok belli oluyordu. Ardından müsaade isteyerek, bu sokağa gelene kadarki neredeyse son 10-15 yılımızın hayat serencâmesini, neden geldiğimizi, bize edilen zulmü, daha önce çalıştığımız meslekleri, bildiğimiz dilleri ve halen çalıştığımız kurumu kendileriyle paylaştım. Şaşkınlıklarını gizleyemediler. Ağlamaklı olmadılar, ağladılar. Özür dilediler. O günden sonra candan bir dost olduk adeta. Artık neredeyse bütün sokak eksiksiz toplanıyor, önemli önemsiz günlerde bir araya geliyoruz.

İşte karşıki komşumuz, evin hanımı da doğum sebepli çocuklarını bize emanet etti. Hastane süresince çocuklar bizde olacak. ‘’

İkinci çay dahi unutulmuştu böylesi duyguların yoğun olduğu bir anda. Karşılıklı hediyeleşmeler oldu. Kendilerine iki adet manuka balı ve Avustralya’yı hatırlatan minik hediyeler takdim ettim. Manuka ballarının resmini çekip Y. Beye gönderdim. Normalde aynı baldan iki adet almıştı. Resimde birisi farklıydı. Sarı ve biraz şekilsiz şükülsüz olanı kastederek:

–  Abi, bizim balların ikisi de aynı değil miydi? Biri sararmış ve şekli bozulmuş gibi, yoksa yolun uzunluğuna ve uzun süreli uçak basıncına maruz kalmaya tâkat getiremedi mi?!

,diye mesaj atıverdi. ‘Yol arkadaşım rahatsızlandı, ben de balların içindeki en kalitelisinin ağzını açıp, şöyle irice bir kaşık balı ağzına çalıverdim’ diyemedim. Bal birkaç kaşık eksilmişti sadece ama, mühürlü gibi duran ağzı açılmıştı işte. Öylece bavulda duruyordu.

Sohbetin klasik düzeni bozulmasın diye; kendisininki kadar parıltılı ve dert içre dert televvünlü olmasa da kendi hayatımdan ve neler yaptığımdan bahsettim. İlgiyle ve itinayla dinledi, cümle aralarında ‘ivaz’sız bir Ehl-i Beyt muhibbi ve bu kutlu katarın bir yolcusu olduğunu sezinledim. Bu kısımlar sır olarak kalsın. Hem ismi hem cismi hem gönülden bağlılığı bende mahfuz kalsın.

Çıkışta, bir Türk klasiği kapı önünde muhabbete daldık yine az. Yıllardır görüşememiş, sonra bir vesile buluşmuş iki arkadaşın haline benzer bir duygusal yoğunluk arasında birbirimize veda ettik. Bir şeyler yine koptu içimde. Yol arkadaşımla yine yola kurulduk. 4-5 saat kalmıştı arabayı teslim etmeye ve öylesine sordum arkadaşıma, nereye gidelim sence bu arada?

–  Borussia’nın sahasını ziyaret edelim,

İçimden ‘la havle’ çeksem de oraya doğru gider bulduk kendimizi. Arabanın ses çalarına dokunduk. Bir ses, aleme sesleniyordu, sonsuzluğa doğru!

 

Leave a reply:

Your email address will not be published.

Site Footer